?????? ????? ??????????? ??????????
???? ???????? ???????? ??????????
1
İBADET ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileştir. Bir adam orada bulunur, onlara der:
'Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur.”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Ta o matlup şehre yetişir; orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münasip bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır. İbadetin çendan zahirî bir ağırlığı var. Fakat mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü âbid namazında der: 'Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani, 'Hâlık ve Rezzak Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden, herşeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür. Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. Îmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.
Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, 'Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)
Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmünde bir şey… Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey… Adeta sermaye ve iktidar dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise, dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir. İşte bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim, ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder.
Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsatercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise hattâ fâsıkın itirafıyla dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimalle şekavet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır.
Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyle ise biz daima 'Elhamdü lillâhi ale't-tâati ve't-tevfîk” 2 demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz
Dipnotlar – Arapça İbareler – Haşiyeler :
1 : 'Ey insanlar, ibadet ediniz.” Bakara Sûresi, 2:21.
2 : Bize taat ve muvaffakiyet nasip eden Allah'a hamd olsun.
Lügatler :
abes : anlamsız, boş
âbid : Allah'a ibadet eden, kul
adüvv : düşman
âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
âlem-i ervah : ruhlar âlemi
arz : dünya
âsi : isyankâr
azîm : büyük
bahtiyar : talihli, mutlu
batman : yaklaşık 8 kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü
bedbaht : talihsiz, kötü talihli
cebânet : korkaklık, aşırı ürkeklik
çendan : gerçi
dalâlet : hak yoldan sapkınlık, inançsızlık
derk etmek : algılamak, kavramak
ehl-i ihtisas ve müşahede : görünmeyen âlemlere ait hakikatleri bizzat gözleyen ve bu konuda uzmanlaşan kimseler
ehl-i zevk ve keşif : mânevî âlemlerde iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler
elem : üzüntü, acı
elhasıl : özetle, sonuç olarak
emel : istek, arzu
emniyet-i tâmme : tam bir güven
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah : 'Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim”
evham : kuruntular, şüpheler
fâsık : günahkâr
feylesof : filozof, felsefeci
fısk : günah, günahkârlık
hadsiz : sayısız
hakikî : gerçek, doğru
Hakîm : herşeyi hikmetle yapan Allah
Hâlık : herşeyi yoktan yaratan Allah
hane : ev
hasâret : zarar
hasenât : iyilikler, sevaplar
havf etmek : korkmak
hazine-i rahmet : rahmet hazinesi
helâket : mahvoluş, yok oluş
hevâ : kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme
hiffet : hafiflik
hülâsa : öz, konsantre
ibadet : Allah'a kulluk
icma : bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması
ihbarat : verilen haberler
ihsan : iyilik, ikram
iktidar : güç, kudret
iltica etmek : sığınmak
intizam-ı askerî : askerî disiplin
intizamsız : düzensiz
istinad etmek : dayanmak
itikad etmek : inanmak
kudret-i Samedâniye : herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın kudreti
küre-i arz : yerküre, dünya
mahall-i maksud : hedeflenen, varılacak yer
malum : bilinen, belli
maruz olmak : uğramak, tesirinde ve karşısında olmak
matlup : istenen, hedeflenen
menba : kaynak
menfaat : yarar
mîrî : devlete ait
muarrif : tarif edici, tanıtıcı
mugaddî : gıdalı, besleyici
muhafaza etmek : korumak
muhakkak : kesin
musahhar : boyun eğen
musibet : belâ, sıkıntı
mutî-i kanun-u İlâhî : Allah'ın emir ve yasaklarına itaat eden kişi
mükâfat : ödül
münasip : uygun
münevverü'l-akıl : aklı bilimle aydınlanmış
münevverü'l-kalb : kalbi imanla aydınlanmış
nefer : asker, er
nizam : düzen, kanun
nefsi serkeş : söz dinlemeyen nefis
okka&kıyye : 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü
Rab : herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
rahat-ı kalb ve vicdan : kalp ve vicdan rahatlığı
Rahîm : sonsuz merhamet ve şefkat sahibi Allah
Rezzak : bütün yaratılmışların rızkını veren Allah
ruh-u beşer : insan ruhu
saadet : mutluluk
saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk
sabit : kesinleşmiş
sefahet : yasak zevklere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık
seyyiât : kötülükler, günahlar
suret : şekil, biçim
şekavet-i ebediye : sonsuz sıkıntı, mutsuzluk
tabi : uyan
tâbi olmak : uymak
tahassun etmek : sığınmak
takvâ : Allah'tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uymak
temsilî : kıyaslamalı benzetme şeklinde, analojik
tevatür : güvenilir insanların birbirlerine anlatarak getirdikleri kesin haber
tevekkül : Allah'a güvenme ve Onu vekil kabul etme
tevhid : birleme; herşeyin bir olan Allah'a ait olduğunu bilme ve inanma
ubûdiyet : Allah'a kulluk
velev : hattâ
zahirî : görünüşte