Ey Habibim Ahmed, Resulüm Muhammed. Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, çünkü dünya bir hayaldir. Âhiret ise bir hakikattir. Yakında razı olduklarını Allah sana verecektir. İstediklerini Rabbin yerine getirecektir.
Bu ilâhi sözler duygulandırmıştı yüce Nebiyi. Çünkü çok sevdiği ümmetinden ayrılık vakti gelip çatmıştı. Onlarla helalleşmeli, rızalarını almalı ve şahid ol Ya Rab demeliydi. Bilal-i Habeşi vasıtasıyla mescide toplamıştı bütün ashabını. Mübarek dilinden güçlükle dökülüyordu sözcükler. Sesi titriyordu konuşurken.
Ey Ashabım Allah'ın emirlerini size hakkıyla anlattım mı, size ömrüm boyunca tebliğat-ı İlâhide bulundum mu?
Nebinin bu içler yakan suali karşısında Ashab gözyaşlarına boğulmuştu. Elbette ey Allah'ın Rasulü. Bütün hakikatleri bize anlattın sen. Ta Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye kadar bize her türlü ifada bulundun diye cevap veriyorlardı yüce Nebiye. Bize Hakkı anlattın, insanlığı öğrettin. Bizleri puta ateşe taşa tapınmaktan halâs buyurdun. Bir ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a ibadeti öğrettin diyerek şükranlarını ve sadakatlerini ifade ediyorlardı ona. İçine bir an olsun su serpilmişti Peygamber-i Zişanın. Ancak tedbiri elden bırakmamalıydı. Mü'minlere kimin benden hakkı varsa gelsin alsın diye seslendi. Fakat ıt çıkmamıştı kalabalığın içinden. Kimin sesi çıkabilirdi ki böyle bir sual karşısında. Onun ümmetinin üzerine hakkı olduğu halde o böyle sesleniyordu Ashabına. Efendimiz kararlıydı. Aynı suali üç kere ardı ardına tekrarladı. Ancak son defasında=
'Allah aşkı için kimin hakkı varsa gelsin alsın” dedi. Fakat topluluğun içinde doğrulmaya çalışan bu zat da kim. Bu ihtiyar ne isteyebilirdi Resul-ü Ekrem'den. Bu ne cüret diye bakıyordu herkes birbirinin yüzüne. Heyecandan donup kalmıştı mü'minler. Ukkaşe'ydi bu ihtiyar sahabi. Ukkaşe söze başladı. Herkesin hayrete kapılmış gözlerinin gölgesinde=
Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah. Sualinizi birkaç kez tekrar ettiğiniz halde ben kalkmadım, ancak sonuncu ısrarınız ve büyük andınız karşısında dayanamadım. Ya Rasulallah sizinle beraber bir harbe iştirak etmiştik. Bir nedenle açık olan sırtıma vurdunuz. Aynı kırbaçla size kısas yapılmasını talep ediyorum dedi ve ortalık bir anda karıştı. Feryatlar figanlara karıştı. Olamaz diyordu herkes, bu ne cüret, bu nasıl bir talepti. Nasıl kıyabilirdi Ukkaşe âlemlerin Efendisine vurmaya. O şefkat timsali insana bunu nasıl yapabilirdi. Oysa o mü'minler için ümmeti için ne kadar çok sıkıntıyı göğüslemişti. Sıddık-i Âzam Hz. Ebubekir doğruluyordu kalabalığın içinde. Sizin yerinize ben kısas olayım Ya Rasulallah. Ya Ukkaşe bana vur. İki cihan serveri otur ya Ebubekir. Senin niyetini biliyorum cevabını verdi biricik yaverine. Hz. Ebubekir'in ardından Hz. Ömer Hz. Osman Hz. Ali de aynı niyeti beyan ettiler Efendimize. Ancak o yüce Nebi onları da yerlerine oturtuyordu birer birer. Bilal-i Habeşi'ye 'Ya Bilal hemen git. Hane-i Saadetimde bulunan kızım Fatıma'ya selam söyle. Benim harpteki kırbacım kendilerindedir. O emaneti al getir buyurdular. Bilal bu emir karşısında hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Allah'ın Resulü kendisine kısas yaptıracaktı. Nasıl dayanırdı yürekler, nasıl dayanırdı. Nasıl getirecekti o kırbacı. Onun mübarek sırtına vurulması için nasıl getirecekti Ukkaşe'nin kısası için. Bilal'in takati yoktu ama koşuyordu çünkü Efendimiz emretmişti. Ne olursa olsun hemen yerine getirmeliydi bu yüce emri. Fatıma validemizin evine ulaşmıştı ağlayarak. Heyecanlı dokunuşlarla çalıyordu kapıyı. Fatıma validemiz kapıyı açtı. Buyur Ya Bilal. Bu ne telaş. Hz. Bilal soluğu kesilerek babanız Ya Fatıma Efendimiz kırbacını istiyor. Şaşkınlık içinde kaldı o Betül kadın. Allah Allah daha önce hiç böyle istememişti kırbacını. Yoksa bir sefer ya da harp mi var, ne var ya Bilal. Bilal-i Habeşi söylemek zorundaydı. Ne diyebilirdi doğruyu anlatmaktan gayrı. Hayır ya Fatıma hayır. Harp da yok seferde. Babanız Ukkaşe tarafından kısas olunacak ya Fatıma kısas. Fatıma'nın da dermanı kesilmiş, dudakları titremeye başlamıştı. Ne diyorsun ya Bilal sualiyle gözyaşları boşalmaya başladı. Koşuyordu Fatıma Hasan bir yanında Hüseyin öbür yanında mescide gidiyordu. Engel olmalıydı o büyük insana kıyılır mıydı. Nasıl bir mü'min peygamberin karşısına böyle bir taleple çıkabilirdi. Bilal varmıştı mescide. Kırbacı uzattı elleri titreyerek Allah'ın Rasulüne. Fakat Hz. Hasan ve Hüseyin ortalığı birbirine katarak feryat ediyorlardı. Dedeciğim dedeciğim sizin yerinize biz kısas olunalım biz diye yalvarıyorlardı ağlayarak. Ama tüm bu olan bitene rağmen Ukkaşe diretiyordu. Dönmüyordu sözünden. Allah'ın Resulü bu işin hemen son bulmasını istiyordu. Ukkaşe'ye uzattı kırbacı. Ancak Ukkaşe'nin teklifleri henüz bitmemişti. Ya Resulallah. Bana vurduğunuzda vücudum çıplaktı. Aynı şekilde olmasını istiyorum. Allah'ın Resulü mübarek sırtlarını açar açmaz öyle bir parlaklık ve nur zuhur etmişti ki adeta gözler kamaşıyordu bu nurun güzelliğinden. Bu ışık iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünün aydınlığıydı. Ashab heyecanlıydı. Hayır ya Ukkaşe, kıyma Resulullaha. Sesleriyle hüngür hüngür ağlamaktaydı. Fakat beklemedik bir olay oldu o anda. O piri fani bir ok gibi elindeki kırbacı fırlatıp nübüvvet mührünü öpmeye başlamıştı doya doya. Ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Sana nasıl vurabilirim Ya Rasulallah. Bizim varlığımızın sebebi sensin. Ben bu vesile ile o nurlu mührünü öpmeye nail oldum. Benim sende ne hakkım olabilir. Ashab-ı Kiram'ın hüzün gözyaşları sevinç gözyaşlarına dönüşmüştü. Resul-ü Ekrem A.S. da bu duygu seline kapılmışlardı. Kim ki cennette benim arkadaşımı görmek istiyorsa Ukkaşe'ye baksın buyurdular.
Kızgınlık ve hayretle bakan gözler artık gıptayla bakıyordu ona. Nübüvvet mührünü öperek yüksek derecelerle erişmişti o. Cennetle müjdelenmiş Allah'ın Resulünün övgüsüne mazhar olmuştu Ukkaşe. Ne mutlu sana ey Ukkaşe. Ne mutlu sana.